Hikmetli Nasihatler

İmamlık ve Müezzinlik İçin Ücret Almak – İhya-u Ulumi’d Din

İhlâs ile imamlık yapmak, bu vazifenin karşılığında ücret almamak demektir; çünkü Hz. Peygamber (s.a.v), Osman b. Ebi’l-As es Sakafî’ye şöyle demiştir. Okuduğu ezan karşılığında ücret istemeyen bir kimseyi müezzin yap! (116)

Ezan, namazın yoludur. Madem ki, ezan mukabilinde ücret alınmaması söz konusudur, o halde imamlık vazifesine karşılık da ücret alınmaması daha evlâdır.

Vakfiyesinde ‘imam ücreti’ bulunan bir mescide imam olarak, oradan veya devletten, yahut da cemaatın herhangi birisinden imamlık ücreti alınırsa, bunun haram olduğuna hükmedilemez. Fakat mekruh olduğu da muhakkaktır. Farzlardaki kerahetse teravih namazlarındaki kerahetten daha şiddetlidir. İmam’ın aldığı bu ücret, camide beş vakit hazır olmasının karşılığıdır. Cemaatin ikâmesi ve o mescidin murakabesi içindir. Yoksa sadece namaz kıldırmak için değildir.

Emanete gelince, bâtını fısk u fücura, büyük ve küçük günâhlara devam etmekten temizlemektir. İmamlığa seçilen zâtın, bu iç habasetten (kötülük, alçaklık) var kuvvetiyle kaçınması gerekir.

Çünkü imam, cemaatin şefaatçısı (veya temsilcisi) mesabesindedir. Bu bakımdan cemaatin ‘en hayırlısı’ olması gereklidir. Zâhirde hades ve necâsetten temizlenmesi de böyledir; çünkü böyle bir temizliğe kendisinden başkası vâkıf olamaz. Eğer namaz esnasında abdesti olmadığını hatırlar veya kendisinden bir yel zuhûr ederse, sakın utanıp da namazı bırakmamazlık etmesin! Böyle bir duruma yakınında bulunan birisinin elinden tutarak kendi yerine geçirmelidir; çünkü Hz. Peygamberin, namaz esnasında cünüp olduğunu hatırladığı ve derhal yerine birisini vekil yaparak gusül abdesti almaya gittiği, bilâhare gelerek namaza dahil olduğu sabittir. (117)

Süfyân es-Sevrî şöyle der: ‘Efendisinden kaçan köle, bid’at ehli, anababaya isyan eden, fisk u fücuru alenen işleyen ve daima sarhoş gezenler hariç, her doğru ve yalancının arkasında, cemaat olarak namaz kıl’. (Böyle bir namaz, Ebû Hanife ile Şafiî’ye göre kerahetle birlikte sahihtir).

İmamın saflar düzeltilmedikçe tekbir almaması gerekir”. İmam, sağına ve soluna bakmalı ve saflarda bir eğrilik görürse düzeltilmesini emretmelidir.

Selef-i Sâlihîn namaza dururken omuzlarını bir hizaya getirir ve ayak topuklarını da birleştirirlerdi.

Müezzin, kâmeti bitirmeden imam tekbir almamalıdır. Müezzin de ezandan sonra, cemaatın namaza hazırlanabileceği kadar bekledikten sonra kâmet getirmelidir.

Ezan ile kametin arası kişinin yemek yiyebileceği veya sıkıştığında abdest alabileceği kadar bir zaman uzatılmalıdır. (118)

Bunun hikmeti, Hz. Peygamber’in küçük veya büyük taharetin sıkıştırdığında namaz kılmayı yasaklamasıdır. (119)

Ayrıca Hz. Peygamber, kalbin vesveselerden kurtulması için, acıkan bir kimsenin akşam yemeğini yatsı namazından önce yemesini emir buyurmuştur. (120)

İmam, namazdaki tüm tekbirleri cemaate duyuracak şekilde yüksek sesle almalıdır. Cemaattekiler ise, seslerini ancak kendilerinin duyabilecekleri kadar yükseltebilirler. İmam, fazilete nâil olmak için, imamete niyet etmelidir. İmam bu niyeti getirmese dahi hem kendisinin hem de uymaya niyet eden cemaatin namazları sahihtir. Fakat cemaat sevabını ancak imama uymaya niyet eden kimseler alır. İmam ise, imâmete niyet etmediği için, cemaatla namaz kılma sevabından mahrum olur. Cemaat istiftah tekbirlerini imamın tekbirinden sonra almaya dikkat etmelidir; yani imam tekbirini bitirdikten sonra sıra cemaate gelmelidir. Allah herkesten daha iyisini bilir.

116) Sünen-i Sitte ve Hâkim, (Osman b. Ebi’l-As es-Sakafî’den)

117) Ebu Dâvud, (Ebu Bekre’den sahih bir senedle)

118) Tirmizî ve Hâkim, (Câbir’den) Tirmizî’ye göre senedi meçhûldür.

119) Müslim, Eb. Aişe’den şu ibâre ile nakletmektedir: ‘İki pislikten biriyle sıkışanın namazı yoktur (namazı kâmil olmaz)’.

120) Buhârî ve Müslim (İbn Ömer ve Hz. Âişe’den)

 

İhya-u Ulumi’d Din – İmam-ı Gazali

Vâaz ve Öğüt

Ey kemikten kafes! Bilir misin? Can, senin içinde bir kuştur. Adı da nefestir.

Kuş bir kere kafesten uçup gitti mi bir daha onu ele geçiremezsin.

Fırsatı elden kaçırma. Âlem bir demden ibarettir.

Alimlerin yanında ise bir dem bir âlemden daha kıymetlidir.

İskender cihana hükmediyordu. Dünyayı bıraktı gitti. Bir an bile fazla kalması mümkün olmadı. Mümkün olsaydı, bir nefes mühlet için dünyayı verirdi.

Gittiler… Herkes ektiğini biçti. İyi kötü bir addan başka bir şey kalmadı.

Ne diye bu kervansaraya gönül bağlayalım? Dostlar gittiler, biz de gidiş yolu üzerindeyiz.

Gönlünü bu dünya güzeline verme. O, kiminle biraz oturur ise gönlünü koparıp alır. Onun işi budur.

Mezar toprağında uyuyan insan, yüzünün tozunu ancak mahşer günü silebilecektir. Bu bakımdan başını şimdi gaflet yakasından çıkar ki yarın mahcubiyetinden başını eğmeyesin.

Seyahatten Şiraz’a döndüğünde yüzünü, gözünü yolun tozundan yıkamaz mısın? Ey günah tozuna bulanan kimse, yakında bilmediğin, görmediğin bir şehire sefer edeceksin. Öyleyse göz çeşmelerini akıtarak üzerinde toz, toprak, kir, pas ne varsa hemen bugünden temizle.

 

Bostan – Sadi Şirazi

Cenâb-ı Hakk’a Şükür

O’na lâyık nasıl bir şükürde bulunabileceğimi bilemiyorum.

Vücudumdaki her kıl O’nun bir ihsanıdır. Her biri için nasıl şükredeyim?

Bütün hamd-ü senâlar kullarını yoktan var eden, bağışlayıcı Allahü Teâlâ’ya mahsustur.

O’nun lûtuf ve ihsanlarını vasf etmek için kimde kudret vardır? Ne kadar vasıf varsa O’nun şanı yanında hiç kalır.

O, öyle bir yaratandır ki, insanı çamurdan halk etmiş ve ona can, akıl ve gönül ihsan buyurmuştur.

Baba, belinden tâ ihtiyarlığın sonuna kadar bir bak da gör sana gayb hazinesinden neler lûtuf buyurmuştur.

O seni tertemiz yarattı. Aklını başına al da toprağa kirli girme. Ayıp olur.

Tevbe etmekle kalp aynanı her ân temiz tut. Bir kere pas tutarsa artık cilâ kabul etmez.

Senin evvelin bir damla meniden başka bir şey değildir. Bunu bil de benlik taslama.

Çalışıp bir lokma rızık kazandığı zaman kolunun kuvvetine mağrur olma.

Ey kendine tapan adam! Niçin Hakk Teâlâ’yı görmüyorsun ki, koluna kuvveti veren O’dur. Kol kuvvetiyle kimse topu çelememiştir. Seni buna muvaffak kılan Cenâb-ı Hakk’tır; O’na şükret.

Gayret edip bir hayra muvaffak olduğun zaman, bunu gayretinden değil, Allah’ın tevfikinden bil.

Sen kendi hâline bırakılsan bir ân bile ayakta duramazsın. Sana gayptan daimi yardım gelir.

Ana rahmindeyken ağzın henüz kapalı olduğu için, rızkını göbekten alırdın. Göbeğinle beraber o rızık ta kesildi ve hemen iki elinle annenin memesine yapıştın. Öyle değil mi?

Gurbette hasta düşene ilaç diye sılasından su getirirler. İşte sen de öyle oldun…

Çocuk karında beslendi, mide dağarcığında gıdalandı. Onun sevdiği iki meme, beslediği yerden gelen iki çeşmedir.

Annenin kucağı çocuğun Cenneti ve memeleri de o Cennetin süt ırmağıdır.

Annenin can besleyen endamı bir ağaç, çocukta o ağacın nazlı bir meyvesidir.

Memelerin damarı kapten gelmiyor mu? O hâlde süt, bir bakıma kalbin kanıdır.

Çocuk annesinin, kanını emer. Fakat anneye öyle bir muhabbet verilmiştir ki, onu canından daha çok sever.

Çocuk kuvvetlenip dişleri sertleşince, memeye acı sabır otu sürerler ve o acı, çocuğu memeden de sütten de soğutur.

Dostum! Sen de tevbe hususunda bir oyun çocuğusun. Sabırla günahlarından soğumaya bak!

 

Bostan – Sadi Şirazi

Mısırlı Zünnûn’un Tevazusu

Hikâye ederler ki, bir sene Nil Nehri taşmadı. Halkın bir kısmı yağmur duâsı için dağlara çıktı. Yalvarıp yakardılar, ağlayıp sızladılar ama yine de yağmur yağmadı. Yalnız gökyüzünün gözleri yaşardı [sadece çiğ düştü].

Biri Mısırlı Zünnûn’a gitti ve:

Halk müthiş bir sıkıntı içindedir. Bu âciz insanlar için bir duâ et. Allah, sevdiği kullarının duâlarını reddetmez, dedi.

Zunnûn bu müracaat üzerine Medyen şehrine kaçtı. Gidişinden yirmi gün sonra da yağmur yağdı ve havuzlar bol miktarda su ile doldu.

İhtiyar Zünnûn bu haberi alır almaz kaçıp gittiği Medyen şehrinden hareketle Mısır’a geri döndü.

Samimi ahbaplarından bir ârif ona mahrem olarak sordu:

Ahali senden duâ rica etti. Sen duâ yerine Medyen şehrine gittin. Bunda ne hikmet vardı?

Zünnûn dedi ki:

«Vaktiyle duyduğuma göre kötülerin fenalıkları yüzünden kuşların, karıncaların, yırtıcı hayvanların rızıkları azalır ve daralırmış… Milleti tetkik ettim. Baktım ki, kendimden başka bir günahkâr yok… Anladım ki, bu yağmursuzluk ve sıkıntı, halkın ızdırabı benim yüzümdendir. İyilik kapısı benim şerrimden kapanıyor. Halkı darlıktan kurtarmak için aralarından ayrıldım; çekip gittim.»

Dostum! Herkese saygı göster, büyüklük bunu gerektirir. Kimseyi kendinden fena ve hakir görme. Büyükler böyle yaparlar.

Sen kendini hiçe saymadıkça, insanlar yanında aziz olamazsın. Kendini küçüklerden sayan büyük, dünyada ve âhirette büyüklüğe nâil olur.

Bu cihanda en temiz kul, en bayağı bir kölenin ayak tozu olandır.

Ey mezarıma uğrayan ziyaretçiler! Azizlerin toprakları [mezarları] hatırı için şu söyleyeceğim sözleri hatırlayın:

Sâdi toprak ta olsa ne beis var. O zaten sağlığında da toprak idi. Sâdi rüzgâr gibi dünyayı dolaştı, fakat sonunda kendini kara toprağa verdi. Çok geçmeden toprak onu yiyecek ve rüzgâr toprağını yine cihana savuracaktır.

Mânâ gülistanı açıldı açılalı hiçbir bülbül Sâdi kadar güzel ötmedi. Böyle bir bülbül ölür de toprağından gül bitmezse hayret ederim.

 

Bostan – Sadi Şirazi

Emir’ül Mü’minin Hz. Ömer’in Tevazusu

Daracık bir yerde Hazreti Ömer kazara bir fakirin ayağına basmış; adamın canı acımış, ayağına basanın Halife olduğunun farkına varmamış.

Canı yanan dostu ile düşmanını ayırt edemez. Zavallı derviş, can acısıyla Hazreti Ömer’e:

Kör müsün! Diye bağırmış.

Halife Ömer’ül Fâruk:

Kör değilim. Bir kazadır oldu. Bilmeyerek bastım. Kusurumu affet, demiş.

Onlar ne insaflı din uluları idiler. Halka karşı hep böyle muamele ederlerdi.

Akıllı kimse alçak gönüllü olur. Meyve dolu dal başını yere doğru eğer.

Bugün mütevazi olanların başları yarın öbür dünyada yükselir. Buna mukabil azametli olanlar kıyamette utançlarından başlarını yere eğerler.

Azizim! Hesap gününden korkuyorsan, senden korkanların kabahatlerini bağışla.

Ey nâmerd! Elinin altındakilere zulmetme. Çünkü senin elinin üstünde el vardır. Bunu iyi bil ve unutma.

 

Bostan – Sadi Şirazi

Emir’ül – Mü’minin Hz. Ali’nin (Kerremallahu vecheh) Tevazusu

Bir gün, birisi, karşılaştığı zor bir konunun çözümü için Hazreti Ali’ye müracaat etti.

Şehirler fetheden, düşmanlar bağlayan, onları mağlup eden o Emir de bu husustaki bilgi ve düşüncesini söyledi ve kanaatini belirtti.

O mecliste bulunanlardan biri:

Ya Eb’el Hasan! Bence bu müşkülün cevabı, buyurduğunuz gibi değildir, dedi.

Emir’ül Mü’minin bu şahsın itirazına hiç içerlemedi. İlmi, kemâl ve fazileti herkesce mâlum olan Haydar (*) hazretleri:

Pekâlâ! Daha iyi bir hâl şekli biliyorsan söyle, diye buyurdu.

O şahıs, bildiğini söyledi ve konuya daha iyi bir çözüm getirdi.

Hakkı teslim etmek büyüklüktür. Güneş balçıkla sıvanmaz.

Ali ibn Ebi Tâlib, o cevabı pek beğendi ve orada bulunan cemaate hitap ile:

Ben yanılmışım. Hata etmemek yalnız ve ancak Zât-ı Bâri’ye mahsustur. Bu zât benden iyi söyledi, buyurdu.

Böyle bir itirazın bugün öyle birine yapıldığını düşün… Gururdan yalnız onun yüzüne bakmamakla kalmaz; büyüklerin huzurunda konuşmak ne haddine diyerek onu kovar, adamlarına emir vererek dışarı attırır ve belki de dövdürürdü.

Arkadaş! Kimin başında büyüklük, benlik yeli esiyorsa, onun hakkı ve hakikati dinleyeceğini sanma.

Bu gibiler ilimden usanır, öğütten arlanırlar. Ne kadar yağmur yağsa taşın üzerinde şakayık çiçeği bitmez.

Sende fazilet denizinin incileri varsa, kibirsiz ve benlik iddiaları olmayan kimselerin ayaklarına dök. Baksana! Güller, laleler hep o mütevazi kara toprakta biter.

Kendi gözünden düşmeyen başkasının gözüne giremez.

Ey hikmet sahibi! Etek dolusu incilerini benlikle dolmuş kimselerin üzerine saçma.

Sen kendini övme! Bırak seni başkaları övsünler. Sen kendini medhedersen başkalarından senâ bekleme.

(*) Haydar: Aslan. Hazreti Ali’nin lâkaplarındandır.

 

Bostan – Sadi Şirazi

Aşkın, Akla Galebesi

Bir yiğit, aslan ile güreşmek ve pençeleşmek için kendisine demir bir kolluk yaptırdı ve koluna takarak aslanın karşısına çıktı.

Aslan onu iki pençesi arasına alıp kendisine doğru çekti ve altına aldı. Yiğit, aslanla başa çıkmak için artık kendi pençesinde kuvvet görmedi.

Birisi onu bu hâlde ve miskin miskin durup âciz kaldığını görünce dedi ki:

Ne diye öyle kadın gibi yatıyorsun? Senin de demir pençen var, vursana ya!

Adam şu cevabı verdi:

Bir demir kolluk olan bu pençe ile aslanla savaşılamıyor ve başa çıkılamıyor.

İşte aşk aslan, akıl da demir kolluk gibidir. Akıl, aşk karşısında daima âciz ve mağluptur.

Sen aslanın pençesinde bir kadın gibisin. Bu bakımdan demir kolluğun neye yarar?

Aşkın hüküm sürdüğü yerde aklın adı okunmaz. Çevgânın elinde top nasıl oyuncak ise, akıl da aşkın elinde esirdir.

 

Bostan – Sadi Şirazi

Falcılık ve Maddecilik

Husûf ve küsûftan [Güneş ve Ay tutulmasından, yâni müneccimlerin böyle semavi olaylardan mânâlar çıkarmasından] sakın ve (*), feylesofların [Tabiatçıların] sözlerini dinleme. Onlar bu husustaki ahmaklıklarını anlıyamıyorlar. Haddi tecavüz ettiklerini ve çok derinlere daldıklarını bilemiyorlar. Onların şöhretleri, yalan yanlış sözlerine dayanır. O yalan yanlış sözleri, her zaman yalan yanlış fikir beyan etmelerine sebep olur. Onlar, çeşitli fal, talih ve yıldız oyunlarıyla hüküm verirler. Bu mesnedsiz [dayanağı olmayan] bilgileri ile ulu orta ilm-i nücûmdan [yıldızlar ilmi] dem vururlar. Aslında tamamen yalancı olan bu falcı kimseler, kendilerini çok değerli âlim olarak kabul ettirmeye çalışırlar. Halbuki müneccimler [yıldızların durum ve devinimlerinden anlam çıkaran kimse] hakiki ilim erbabı içerisinde yalancıdan başka bir şey değillerdir. Öyleleri Allah’ın azabına lâyıktır.

Tabiatçı, müneccim feylosoflar kendilerini en akıllı kimse zannederler. Halbuki keçiler bile onlardan daha akıllıdır.

Lâdini felsefeyle meşgul, tabiata tapan bir insandan, uydurma ve saçma-sapan şeylerden başka ne beklersin. Böyle insanların fikirlerine ve sözlerine nasıl güvenirsin? Onlar tabiatı, Allah kabul edecek kadar sapıtanlardandır. Küfür, öylelerini:

– «Merhaba ey küfürde yeni yeşeren filiz!» diye istikbal eder.

Şeytan da onları:

«Ey sevgili evlatcağızım! Saâdeti şimdi buldun. Artık benim sevgili dostum oldun» diye bağrına basar.

(*) Peygamber Efendimiz, «Güneş ve Ay Cenâb-ı Hakk’ın ayetindendir. Hiç kimsenin hayatı veya vefatı için tutulmazlar.» buyurmuştur. Bir diğer hadis-i şerifte de, «Bütün müneccimler yalancıdır» buyrulmuştur.

 

Etvakuz Zeheb – Zemahşeri

Kul Hakkından Sakın

Zimmetinde olan borçlarını öde ve bütün hasımlarını senden razı et. Allah’a ne zaman kavuşacağım deme ki, pek kısa zamanda ona kavuşacak ve yaptıklarının hesabını vereceksin. Yemin ederim ki Allahü Zülcelâl’e elinden yakanı aslâ kurtaramayacağın hasmındır. Kuvvet ve kudretin kemâli ona mahsustur.

Unutma ki: Kötülüklerin dolayısıyla hasım olarak Allah kâfidir. Daha başka hasımlar kazanarak düşmanını çoğaltma. O’na olan isyanın senin için yeter bir ayıptır, o ayıbın üzerine bir takım ayıplar daha ilâve etme…

Farzedelim ki:

– Benim Rabbimin rahmeti sonsuz ve keremi hudutsuzdur, diyeceksin. Peki o hakkını yediğin insanların hasis nefisleri için ne diyeceksin?! [Senden dâvacı olmayacaklarından emin misin?..]

 

Etvakuz Zeheb – Zemahşeri

 

Dişi Veren Allah Aşı da Verir

Bebek diş çıkarınca, babasını bir düşüncedir aldı. Karısına dedi ki:

Ben buna ekmeği, katığı nereden bulacağım? Aldırmayıp boşver desem bu da insafsızlık olur, insanlığa sığmaz…

Bak, karısı ona nasıl erkekçe bir cevap verdi:

«Böyle kuruntu etme de, şeytan kahrından çatlasın! Dişi veren Allah aşı da verir…»

Ne tasa ediyorsun?! Geceyi, gündüzü yaratan Allah Kadirdir. Âlemlere rızık veren O’dur. Ana rahminde bir insan şekillendiren elbette onun ömrünü de, rızkını da takdir eder.

Köle satın alan bir zengin kölesinin geçimini, hayatını düşünür de Allah, yarattığı kulunu yaşatmayı düşünmez mi hiç? Kölenin efendisine olan itimadı kadar senin Hakk’a itimadın yok mudur?

 

Bostan – Sadi Şirazi