Hikmetli Nasihatler

Herkes Soyuna Çeker

Herkes Soyuna Çeker

Bir padişah Hızır’ı görmek istiyordu. Bir gün bunun için tellallar çağırttı. “Kim bana Hızır’ı gösterirse onu armağanlara boğacağım” dedi. Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip oldu. Karısına dedi ki: “Hanım ben padişaha Hızır’ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsade alacağım. Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım. Kırk günün sonunda Hızır’ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz.”

Adamın karısı kanaatkar biriydi: “Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye. Bundan sonra da idare ederiz. Vazgeç bu tehlikeli işten” dedi. Ama adam kafaya koymuştu. Padişaha gidip Hızır’ı bulacağını söyledi. Bunun için kırk gün izin istedi. Hızır’ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para aldı. Bunları evine teslim edip kırk gün ortalıktan kayboldu. Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp herşeyi itiraf etti: “Benim aslında Hızır’ı falan bulacağım yoktu. Ailece sıkıntı çekiyorduk. Hızır’ı bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim” dedi. Padişah buna çok kızdı: “Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?” diye bağırdı. Adam da her şeyi göze aldığını söyledi. Bunun üzerine padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde bulundu. Birinci vezire sordu:

– Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim?

– Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım.

Bu sırada peyda olan, nurani, ak sakallı bir ihtiyar birinci vezirin sözleri üzerine söyle dedi: “Küllü şeyin yerciu ila aslıhı”

Padişah ikinci vezirine sordu:

– Bu adama ne ceza verelim?

– Hükümdarım bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım.

Biraz önce ansızın ortaya çıkan ihtiyar yine “Küllü şeyin yerciu ila aslıhı” dedi

Padişah üçüncü vezire sordu:

– Ey vezirim sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim?

– Padişahım bana göre, bu adamı affedin. Size yakışan, sizden beklenen budur. Bu adam önemli bir suç isledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil. Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli.

Nurani ihtiyar yine söze karıştı: “Küllü şeyin yerciu ila aslıhı”

Bu defa padişah o yaşlı zata yöneldi:

– Sen kimsin? İkide bir tekrarladığın o laf ne demektir?

İhtiyar cevap verdi:

– Senin birinci vezirinin babası kasaptı. Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bahsetti. Yani aslını gösterdi. İkinci vezirin babası yorgancı idi.  Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk vb. doldururdu. O da babasına çekti.

Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi. O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi Benim söylediğim söz “Herkes aslına çeker” demektir. Vezir istersen (üçüncü veziri göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır, bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu.

Küçük bir Çamur Denizi bulandırmaz

Küçük bir Çamur Denizi bulandırmaz

Sultan Ahmed’le Aziz Mahmud Hüdayi birbirlerini o kadar sever sayarlar, birbirlerine o kadar bağlıdırlar ki, bu sevgi saygı ve bağlılıktan kaynaklanan bir çok olay ilgili kitaplarda yer almıştır.

Sultan Ahmed, Şeyhi Aziz Mahmud’a bir hediye sunmak istiyordu. Mürşidinin kendisinden bu hediyeyi kabul etmesi onu çok mutlu edecekti. Sultan Ahmed bir gün kendine uygun gördüğü bir hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine gönderdi. Ama Şeyh Hazretleri kabul etmedi. Şüphesiz bu kabul etmeyiş, sultana karşı bir tavır anlamına gelmiyordu. Gerçek din büyüklerinden çoğu prensip olarak hediye kabul etmezdi. Bu, büyük insanların dünya malına hangi gözle baktıklarını, başkaları için ulaşılmaz sayılan şeylerin nazarlarında hiçbir değer taşımadığını ifade etmenin bir yoluydu.

Sultan Ahmed şeyhi Hüdayi’nin kabul etmediği hediyeyi yine bu devrin maneviyat ulularından Abdülmecit Sivasî’ye gönderdi. Sivasî kabul etti. Kendisine, padişahın aynı hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi’ye sunduğu ama kabul etmediği de hatırlatıldı. Sivasi Hazretleri gerçek büyüklere yakışır bir tutum ortaya koydu: “Hüdayi Hazretleri bir karga değildir ki leşi kabul etsin” dedi Aziz Mahmud Hüdayi’ye de “Sizin kabul etmediğiniz hediyeyi Şeyh Sivasî kabul etti” dediler. Onun tepkisi de şöyle oldu: “Onun için hiç bir sakıncası yoktur. Çünkü o öyle büyük bir umman (okyanus) dur ki bir parçacık çamurun kendini bulandırmayacağını bilir.”

Gülistan’dan Bir Hikaye…

HİKAYE

Duyduğuma göre bir şehzâde kısa boylu ve yakışıksızmış. Öteki kardeşleri ise uzun boylu, güzel yüzlü ve yakışıklı imişler. Bir gün babası ona, hoşlanmaz, iğrenir ve hakir gören bir gözle bakmış. Zeki çocuk işin farkına varmış ve demiş ki:
“Babacığım! Akıllı boysuz, akılsız ve cahil boylu bosludan daha iyidir ve makbuldür. Her uzun boylu bir kıymet ve mânâ ifade etmez. Bir insanın uzun boylu olması, onun değerce de iyi olmasına bir delil teşkil etmez. Koyun temizdir ama fil murdardır. [Şer’an fil eti yenmez.]”

ŞİİR
Dünyadaki dağlar içinde en küçüğü [Cenab-ı Hakk’ın Hz. Mûsa’ya tecelli ettiği – (Bakınız: Nisâ Sûresi âyet 164)] Tûr dağıdır. Fakat Hak Teâlâ’nın yanında onun kadir ve kıymeti vardır. Öteki dağlar bu mertebeye erişememişlerdir.

KIT’A
Hiç işitmedin mi ki bir gün zayıf bir bilgin şişman bir budalaya şöyle demiş: “Arap atı da zayıf amma ahırdaki besili merkepten daha iyidir ve daha çok işe yarar.”
Babası padişah, oğlunun bu haklı sözlerine güldü, devlet erkânı pek beğendiler ve kardeşleri yürekten incindiler…

NAZIM
Bir insan ağzını açıp konuşmaya başlamadıkça ve söz söylemedikçe kusuru da, mârifeti de gizli kalır, belli olmaz. Kısa boylu ağaçların bulunduğu her ormanı boş sanma. Belki de orada bir kaplan gizlenmiş, uyumaktadır.

NESİR
İşittiğime göre o sıralarda kuvvetli bir düşman o padişaha savaş açmış ve memleketine saldırmış. İki ordu karşılaşınca, ilk önce ortaya çıkıp ileri atılarak atını meydana süren, padişahın o hakir gördüğü kısa boylu oğlu olmuş ve şöyle söylemiş:

KIT’A
Savaş gününde arkası görünen, yâni meydandan kaçan ben değilim. Benim arkamı göremezsin; çünkü ben meydandan kaçan bir kimse değilim. Toprak üzerinde kanlı bir baş görürsen, işte o benim [yâni, başımı veririm, ama kaçmam]. Savaşa giren kendi kanıyla oynar. Kaçan ise ordusunun kanıyla oynuyor demektir.

NESİR
Şehzâde bu sözleri söyledikten sonra, düşman askerlerine hücum ederek düşmanın işe yarayan adamlarından birkaçını öldürmüş. Sonra babasının huzuruna gelerek yer öpmüş ve demiş ki:

KIT’A
Babacığım, benim şahsım sana hakir görünmüştü. Sakın şişmanlığı, iriliği bir hüner sayma. Muharebe meydanında zayıf at iş görür, besili öküz işe yaramaz.

NESİR
Derler ki, düşman askeri sayıca çokmuş. Bunlar ise az. Hattâ askerin bir kısmı kaçmayı tasarlamışlar. Şehzâde şöyle haykırmış: “Yiğitler! Çalışın, savaşın da kadın elbisesi giymeyin.” Onun bu sözleri süvarileri coşturmuş. Birdenbire düşmana saldırmışlar. Duyduğuma göre hemen o gün düşmana galebe çalmışlar. Hasım tarafın mağlûbiyeti ve bu tarafın zaferi üzerine, şehzâde babasının yanına gelir gelmez padişah, oğlunun başını gözünü öperek kucaklamış, yanına almış ve her geçen gün ona daha iyi bir gözle bakmış ve sonunda onu kendisine veliahd yapmış. Kardeşleri kıskanarak yemeğine zehir katmışlar. Kız kardeşi bunu balkondan görmüş ve balkonun penceresini tıklatmış. Şehzâde işin farkına vararak yemekten vazgeçmiş ve şöyle söylemiş:
Hüner ve mârifet sahibi insanların ölmesi ve mârifetsiz, hünersiz kimselerin onların yerini alması muhaldir, olacak iş değildir.

BEYİT
Dünyada Hümâ kuşunun nesli tükense bile, yine de kimse baykuşun gölgesi altına girmez.

NESİR
Babasına bu suikast keyfiyetini haber vermişler. Padişah öteki çocuklarını çağırmış, onları gerektiği gibi cezalandırmış. Sonra onların her birine memleket dahilinde memnun olacakları kadar bir yer vermiş. Bu suretle fitne fesat yatışmış ve kavga, geçimsizlik, dargınlık ortadan kalkmış. İşte bu bakımdan demişler ki, on derviş bir kilim üstünde uyuyabilir, ama bir ülkeye iki padişah sığamaz.

KIT’A
Allah adamı bir ekmeğin yarısını yer, yarısını da fakirlere verir. Bir padişah, bir ülkeyi fethetse, başka bir yeri daha zapt etmek ister.

 

Gülistan – Sadi Şirazi

Kalbin Varlığı

Kalbin Varlığı

Akıllı ve basiretli insanlar bilin ki, bir şeyin hakikatini bilmek, ancak onun varlığının anlaşılmasından sonra mümkün olur. O halde önce kalbin varlığını, sonra hakikatini, ondan sonra da ordu ve aşiretini, daha sonra da sıfatını bilmek lazımdır, sıfatı bilinince, bunun Allah Teâlâ’yı tanımaya nasıl vesile olduğu; saadet ve şekavete ne şekilde sermaye olduğu anlaşılır. Bunlar, -Allah’ın izniyle- tafsilâtıyla anlatılacaktır.

Bil ki, kalbin varlığı iki delil ile sabittir: Delillerden biri şudur: İnsanın kendi varlığında şüphesi yoktur. İnsan varlığının fiziki yapısıyla olmadığı da bir gerçektir. Çünkü ölülerin de bir fiziki yapısı vardır. Ancak ölülerde kalp yoktur. Kalpten maksat ruhtur.

Diğer bir delil de şudur: Bir kimse gözünü yumup kendi bedeninden, yerden, gökten ve bütün duyulanlardan duyularını alıkoyduğu anda bile kendi varlığını kesinlikle bilir. Bu itibarla anlaşılıyor ki, kalp (ruh) bedensiz de mevcuttur. Çünkü bundan anlaşılıyor ki, vücut örtüsünün kalkmasıyla insanın hakikati yok olmaz.

Kimya-i Saadet – İmam-ı Gazâli

İnsanın Yaratılışı

İnsanın Yaratılışı

Ey sırların kimyasını öğrenip iyilerin yolunda gitmek isteyen! Eğer kendi nefsinden haberdar olmak istersen, bil ki, seni yaratan Allah Teâlâ sende iki şey yaratmıştır: Biri zahirî, diğeri batınî. Zahirî olan göz ile görülebilen beden kalıbıdır: El, ayak gibi. Batınî olana da bazen nefs, bazen ruh ve bazen de kalp derler. Senin hakikatin bâtinî yönündür. Bedendeki zahir âzalar, batının askeri ve hizmetçisidir. Biz buna kalp (gönül) ismini vereceğiz. Kalp dediğimiz zaman, biliniz ki, insanın hakikati demek istiyoruz. Kalp demekle, göğsün sol tarafına yerleştirilmiş ve yürek dediğimiz uzun yuvarlak olan et parçasını kast etmiyoruz. Çünkü basiret ehli yanında onun kıymeti yoktur. O, hayvanlarda hattâ ölülerde de vardır ve zâhir gözümüzle de görülebilir. Gözle görülen herşey bu şehadet âlemindendir. Bizim gönül dediğimiz ise, bu âleme geçici olarak gelmiş garip bir varlıktır. O belli uzuv ise, onun eti ve âletidir. Bedenin bütün uzuvları onun askeri ve ordusudur. Hakkın cemâlini görmek, onun sıfatıdır. Bütün teklif, hitap, kınama ve ceza onadır. Saadet ve şekavet onun içindir. Bu hususları tahsil ederken, bütün âza ve beden ona uyar ve emrine hazırdır. Onun hakikatini bilmek, tanımak, Allah Teâlâ’yı tanımanın anahtarıdır.

O halde onu bilmeye uğraş. Zira o çok yüksek bir cevher olan meleklerin cevherindendir. Onun asıl madeni, Allah Teâlâ’dır. “Ben Allah’ın nurundanım; mü’minler de benden” hadis-i şerifi de bu manaya işarettir.

Bil ki, gönül gayb âleminden gelmiş ve tekrar oraya dönecektir. Bu harap dünyaya ticaret ve ziraat için gelmiştir. Ticaret ve ziraatın ne olduğu -Allah’ın izniyle- ileride açıklanacaktır.

Kimya-i Saadet – İmam-ı Gazâli

Kendi Hakikatini Bilmek

Kendi Hakikatini bilmek

Bil ki, Allahû Teâlâ’yı tanımanın anahtarı, insanın kendi kendini tanımasıdır. Bunun hakikat olduğuna “Kendini tanıyan, Rabbini tanır.” hadîsi ile “Gerçeği anlayıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada, hem de kendi içlerinde göstereceğiz.” (Fussilat Sûresi, âyet: 53) âyet-i kerimesi kuvvetli ve doğru delildir.

İnsana, kendi nefsinden daha yakın birşey yoktur. Kendini bilmeyen, Allah’ı nasıl bilebilir? Eğer kendimi tanımıyorum diye iddia ediyorsan delilsiz iddia makbul değildir. Eğer delilin, zahir (görünen) âzalarından yüzünü, başını; bâtın ahvalinden ise, acıktığını, susadığını bilmek ve kızgınlık zamanlarında bir kimseden intikâm almak, şehvetin galebe çaldığı zaman evlenmek ise, bu türlü tasarruf bütün hayvanlarda da vardır. O halde bu çeşit kendini bilmek, Allahû Teâlâ’yı tanımaya anahtar olamaz. Öyle ise, önce kendi hakikatini, dünya yolculuğuna nereden gelip nereye gideceğini bilip ondan sonra niçin yaratıldığını, dünyaya ne yapmak için geldiğini, saadet ve bedbahtlığın (kötülük) hangi işlerde olduğunu düşüneceksin…

Kimya-i Saadet – İmam-ı Gazâli