Acı Bir Hatıra

1960’lı yıllardı. Paris’te doktora öğrencisiydim. O zamanlar Paris’te bir tek cami olduğundan (Mosquée de Paris, Rue Monge) Cumaları Müslümanlar bu camiye gider, Cuma namazlarını kılardı. Bu, aynı zamanda değişik coğrafyalardan Müslümanların bu camide buluşma günüydü de. Biz Türkiye’den gidenler de öğrenci olsun, işçi olsun, bir araya gelir, caminin hemen bitişiğinde bulunan Kuzey Afrika tarzında dizayn edilmiş bir çayevinde hem yeşil çay içer, hem de sohbet ederdik.

İşte böyle bir sohbet günümüzde Sultan II. Abdulhamid üzerine çalıştığımı öğrenen bir işçi vatandaşımız bana Paris’te Osmanlılardan bir zatın bulunduğunu, kendisinin de zaman zaman hizmet etmek için evine gittiğini, istersem beni onunla tanıştırabileceğini söyledi. Ben de bu teklifi memnuniyetle kabul edip randevu talebinde bulundum. Talebimiz kabul edilince ben ve şimdi adını unuttuğum bir vatandaşımız, o Osmanlı’yı görmeye gittik.

Paris’i bilenler için söylüyorum; Eyfel Kulesi’nin karşısında, Sen Nehri’nin diğer yakasında, Türk Büyükelçiliği’ne yakın bir sokakta bulunan mütevazi bir evin beşinci katına çıkıyoruz. Asansör yoktu, merdivenler de ahşaptı. O merdivenlerden çıkınca yıllanmış tahtaların çıkarttığı gıcırtı hâlâ kulağımda…

Beni götüren arkadaş kapının zilini çalarken kalbim heyecandan küt küt atıyordu: Bir Osmanlı görecektim!

Derken kapı açıldı ve uzun boylu, oldukça yaşlı ama yakışıklı bir zatla karşılaştık. Bizler selam verdikten sonra söylediği sözü hiçbir zaman unutmadım: “Buyurun vatandaşlarım!”

Onun “vatandaşlarım” tabiri o kadar tuhafıma gitmişti ki, “Bu zat vatanı pek çok özlemiş olmalı ki, bize ‘vatandaşım’ diyerek, vatan hasretini gideriyor” demiştim kendi kendime.

Saygıyla elini öptükten sonra sohbete daldık.

Benim bir şeyler sormama mahal bırakmadan, sanki neler soracağımı biliyormuş gibi konuşuyor, arada bir”ah”lar çekip hatıralarını anlatıyordu. Adı, Hüseyin Nakib Turhan’dı. Bundan sonra o söyledi, biz dinledik:

“Evlatlarım! Ben, son Halife Abdülmecid Efendi’nin Özel Kalem Müdürü’yüm Bildiğiniz gibi bizi vatanımızdan sürgüne göndermelerinden sonra büyük sıkıntılar çekerek nihayetinde Paris’e geldik. Ben İstanbul Hukuk Mektebi (Hukuk Fakültesi) mezunuyum, yani hukukçuyum. Rahmetli Halifemiz de bendenizi Özel Kalem Müdürü olarak yanına almıştı. Onunla beraber bizleri de sürgün ettiler. Burada da hizmetine devam ediyordum.

Almanların 2. Cihan Harbi’nde Paris’i işgal ettikleri 14 Haziran 1940’ta Halifemiz vefat etti. Vasiyeti gereği bana teslim ettiği zarfı açtım. Şunlar yazılıydı: ‘Dâr-ı bekâya göçtüğümde milletimden bir tek arzum vardır: Beni İstanbul’a defnedin!’

Kâğıtta başka bir şey yoktu. Ben de bu vasiyeti yerine getirmek için zamanın Reisicumhuru İsmet Paşa’ya bir telgraf göndererek durumu bildirdim. Menfi cevap geldi. Halife’nin bu isteğini üç defa İsmet Paşa’dan talep ettim; ancak her seferinde red cevabı geldi. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Bütün Müslümanların Halife’si vefat etmiş; onu defnedecek bir yer bulamıyorduk.

Nihayet birkaç Müslümanla birlikte Halife’nin cenazesini Rue Monge’daki camiye götürdük. Savaş hali olduğundan Halife’yi yıkayacak adam da bulamıyorduk. Aaah oğlum aaah! Çaresiz, Halifemizin cenazesini ben yıkadım ve onu caminin iç avlusunun yanında bulunan bahçeye defnettik.

Aradan seneler geçti, Türkiye’de Demokrat Parti iktidara geldi. Bu sefer Halife’nin vasiyetini Celal Bayar ve Adnan Menderes’e bildirdim. Maalesef onlar da menfi cevap verdiler. Yapılacak bir şey kalmamıştı. Halife’nin kemiklerini mezardan çıkartıp bir torbaya koyduk ve defnedilmek üzere Medine’ye gönderdik. Kemikleri Cennetu’l-Baki mezarlığına defnedildi. İşte Müslümanlar kendi Halifelerine böyle bir muameleyi reva gördüler. Allah bu zulüm ve cürmü işleyenleri affeder mi?

Rahmetli Hüseyin Nakip Turhan Efendi’yle başka şeyler de konuştuktan sonra elini öperek yanından ayrıldık.

Aaaah bu karanlık tarihimizde daha neler var neler?

İhsan Süreyya Sırma – Derin Tarih Dergisi